Matematik ağırlıklı fen bilimleri, hesaplamalar içerisinde belli kurallar neticesinde her defasında aynı sonucu çıkarırlar. Ama her doğru kişiye özel olup, her bireyin kendi açısından kendine göre hakkı ve düşüncesidir. Bunun en temel özelliklerinden birisi de savunma ve eşitlik hakkıdır. Bunun da temelinde hukukçu olmanın ilk adımı olan “Avukatlık” mesleği yer alır.
İşte orada siyaset ve hitabetin müdahillik dönemi başlar… Milletvekillerinden aşiret ağası olmayanların, hatta neredeyse tamamının avukat olmasının nedeni de işte bundandır.
Hukuk kişisel değilse, kişiye, döneme ve finansal kredi raporuna göre şekillenmediği sürece hukuktur. Dünya Jandarması Amerika’da dahi, vergi kaçırmak vatana ihanet kapsamındayken, ülkemizde kaçırmayanın vatan haini olduğu bir sürece şahitlik etmekteyiz. İşportacıdan vergi istiyoruz; bunu da bölge halkından oluşan zabıtayla halkımızı karşı karşıya getirerek istiyoruz, fakat holding patronlarının borçlarını da bir çırpıda silebiliyoruz.
Eğitim önemli, Türkiye gelişmeli, öğrenciler özgür hareket etmeli, girişimci olmalı diyor ancak, Kredi ve Yurtlar Kurumu ‘öğrencilerin ödeyemediği burs borçları’nı vergi borcuna dönüştürüyor. Bunun da ötesinde icra yoluyla tahsil edilmesi hukuk devletinin normu halinde görülüyor. Sosyal adalet ve eşitliğin olmadığı Hukukun A görüşü, B görüşü veya C görüşünden olmak zorunda kaldığı, dışarıda kalan radikal kesimlerin ise ilginç ittifaklarda yer almak zorunda kaldığı bir düzenin, “diktanın ayak sesleri” geliyor.
Temel soru hepimiz bir arada olamaz mıyız? İlle de birilerini temsilen onların maşası olmak zorunda mıyız?
Delice sorular; bir baro başkanı haliyle avukat olmak zorundadır, katıldığı mahkemede hakim tarafsızca davayı sonuçlandırabilecek mi? Yasalara uyduğu durumda ise, hakimin haritadan yer beğenmesi gerekecek mi? Avukatların davalarda başarılı olabilmesi için o günün şartlarında iktidar olanla yakın ilişkide olması şart mı? Eğer öyle ise koalisyon dönemi yaşarsak vay ülkenin haline…
Genel olarak bahsedersek;
Sağ nedir sol nasıldır? Yoksa ortacı var mıdır?
Aslında bu kavramları hayatımıza Dünya’daki her şeye kendi penceresinden Fransız bakan Fransızların ortaya çıkardığı gerçeğini unutarak bir görüş savunur hale geldik.
Adaletin kadın ismi bile olamadığı, medeniyet kelimesinden dahi barbarca bahseden bu milletin, haksızlıklara karşı gelen ve kişiye özel mahkeme kararlarının karşısında olanların, o anda boş olan koltuklara oturması ile solcu olduklarını görüyoruz. Dönemin kralı veya günümüzde hükümet dediğimiz kavramları ile menfaatleri doğrultusunda beraber oturanlar ise mecburen meclisin sağ tarafında kalmışlardır. Kimileri Fransız kimileri İngiltere dese de her iki medeniyetten uzak, sömürgeci zihniyetin ezdiği, sömürdüğü halk, kendi tarafını seçmiş ve adına sağ veya sol adıyla yer bulmuştur.
Düşünceler su gibi kalıplara göre şekil almaz.
Nazi kamplarında işkence edilemez.
Matematik gibi formüllere dayanmaz.
Çoğu yönü ortak olsa da ortak olmayan benzeşmeyen kısımları elbet olur.
Çoğunluğun değil haklılığın esas alındığı bir düzen ile devlet yönetilmelidir.*
Her şeyi, kendi mutlak doğrularının kabulüne ön şart görenler, istediklerini elde edemedikleri için, öfkeli ve zararı “ne, nereye, ne zaman, neden, nasıl ve kime” olacağına bakmaksızın sadece şahsi menfaatleri doğrultusunda bir sistem hayal ederler. Bir fikrin oluşmasına, özgür düşünceyle ve tarafsız bakabilmeyi beceremesek de, dinleyecek kadar saygı duymak da önemlidir. Fikirler hapishanelerde değil, düşünce merkezlerinde analiz edilerek; ‘Milli Strateji Teşkilatları’ ile araştırma konuları olarak, ulusal sistemin gelişimine katkı sağlamalıdır. Her fikri hapishaneye tıkarsak, hapishaneler felsefeci ve aydınların buluşma ve kaynaşma noktası olur.
İnsanların fikri tercihlerini sıralarken temel iki görüşün yeri her zaman daimdir.
Sağ ve Sol!..
Peki nedir bu görüşler, neyi simgeler, farkları neler, tamamen karşıtlık üzerine mi varlık gösterirler; yoksa, ortak yönleri var mıdır?
Çok ilginçtir ki her şey sağla başlar solla biter. Namazda meleklere selam verirken, askeri yürüyüş komutları veya tüm dünya ve Türkiye’deki çoğunluk kurulan iktidarların oy oranlarında hep sağcılar çoğunluğu almıştır. Devasa projelere mücahit giren sağcılar müteahhit olarak çıkarlar. Üç, dört dönem sağ iktidar döneminde başlanan proje sayısı bilinmezken, o yarım projelerin bitirilmesi sol iktidarlara nasip olur. Ülkeyi sağcılar kurar solcular ihtilal yapar. Klasik, fakat bir o kadar da ilginç böyle seremonilerden geçmedi mi bu ülke?
Her bir olayın kendine göre bir meşruiyeti vardır.
Mücahitler müteahhitliğe alışamadığından, çalınan çimento ile binalar yamuktur, belediyeden izinsiz ve bir o kadarda eksik malzemesi vardır. Her vurucu deprem sonrasında görmüyor muyuz tüm bunları?..
Bu kadar bahsetmişken “demir parmaklık” yasalarından da bahsetmek gerekir.
Yasalaşan teklifle getirilen önemli düzenlemeler şöyle:
Avukat sayısı 5 binden fazla ise, 2 bin avukat birleşip yeni bir baro kurabilecek. Tabii çoklu baro sadece Ankara, İstanbul ve İzmir’de kurulabilecek. Aslında diğer şehirlerde 2 bin avukat bulmak zor olduğu için değişen çok da bir şey olmayacak. Barolar ‘Noter’ler gibi anılarak sıralanacak.
Her baronun kuruluşu ve yönetimi dernekler kanununa benzer biçimde, 2 bin imza ile 4 kurucu avukatla 6 ayda tamamlanacak.
Her avukat hangi baroya kayıtlı olduğunu büro tabelasına yazmak zorunda kalacak. Aynı büroda 2 veya daha fazla avukat olduğunda avukatın siyasi görüşüne göre, müvekkil bulabileceği bir ortam oluşacak.
Tabii bu yeni açılacak baroların çok kolay kapanabilme gibi bir handikabı da olacak. Rakamsal olarak, 2 bin avukatın altına düşmeleri ve 6 ay içinde bu sayıyı bulamamaları, yeni açılacak ve siyasi görüşe göre oluşturulacak baroların tasfiyesinin’ de önünü açmaktadır.
Barolar (Demir parmaklık yasasının en beğendiğim kısmı ise) genç avukatların mesleklerinin ilk 5 yılında hangi baroya kayıtlı olursa olsun “maksat ayağın alışsın” der gibi %50 daha az aidat ödeyecek olmaları…
Bunların sonucu olarak Ankara, İstanbul ve İzmir de delege sayısı düşmekte, her baro Türkiye Barolar Birliği seçimine baro başkanı, başkanın yakın 3 arkadaşı (Siyasal hale dönüştüğü için bu ifadeyi kullandım) ve ilave olarak 5 bin Avukata bir delege düşecek biçimde temsil edilecekler…
TBB’nin 477 delegesinden 138’i İstanbul, 53’ü Ankara, 30’u İzmir Barosu seçimlerinde belirleniyor. Teklif aynen yasalaşırsa İstanbul’un delege sayısının 14, Ankara’nın 7, İzmir’inse 5’e düşeceği tahmin ediliyor.
Peki Barolar siyasallaşırsa ne olur?
Hukuk ve adalete güven kalır mı? Baronun gönderdiği C görüşündeki avukat, A görüşündeki mağduru tarafsız bir biçimde savunabilir mi? Hele ki siyasi bir dava ise bunun sonu nereye varır düşünmek gerek? Bir dönemler, polis teşkilatındaki Pol-Der veya Pol-1 gibi aynı ayrışmayı orduda da yaşamıştık; ki bu yönlerden bizim çok acı tecrübelerimiz var. Aynı tecrübeyi umarım barolarda yaşamayız.
Yazının Sözü Uygulaması:
Adalet gözü kapatılan kadın heykelinin neden gözünün kapatıldığının açıklanması yerine, herkese eşit bir göz açıklığı sunan eşitlik sistemidir.
Tarihte Bugün Ne Oldu ?
1656 – Köprülü Mehmed Paşa sadrazamlığı kabul etti.
1910 – Osmanlı Sosyalist Fırkası kuruldu.
1918 – Nuri Paşa ve Mürsel Bakü komutasındaki Osmanlı, Azerin, ve Dağıstan birliklerinden oluşan Kafkas İslam Ordusu, Bakü Muharebesi sonucunda Bakü‘yü Rus ve Ermeni işgalinden kurtararak şehirde Osmanlı bayrağını dalgalandırdı
1923 – Türkiye‘de ilk yüzme yarışı, Galatasaray Kulübünce İstanbul–Büyükada‘da düzenlendi.
1927 – Eskişehir Bankası kuruldu.
1955 – Türk Parasının Kıymetini Koruma hakkındaki kararname yürürlüğe girdi.